Joel Nordström’ün Jacobin dergisinde yayınlanan yazısının Türkçe çevirisidir.

Geçtiğimiz yüzyıl boyunca sosyal demokrasinin İsveç kamusal yaşamındaki baskın ideoloji olduğunu söylemek bile yetersiz kalır. İsveç’te sıkça söylenen bir şey vardır: “Herkes sosyal demokrat, sadece farklı partilere oy veriyorlar.”

Bunun gayet açıklayıcı maddi sebepleri mevcut. Bir kişi hayatı boyunca sosyal demokrat bir yaşantı sürdürebilir. Partinin inşa ettiği çeşitli kurumlardan yardım alabilir, günlük gıda ihtiyacını partiye bağlı örgütler için çalışarak kazanabilir, hatta hayatını yitirdiğinde hareketin kendi cenaze evi tarafından gömülebilir.

Sarsılmaz bir gücü olan partinin hakimiyeti 1970’li yıllardan itibaren zayıfladı. Parti böylelikle mevkisini sarsılmaz güçten yalnızca en güçlü parti olmaya doğru kaybetti. Bununla birlikte İsveç siyasi yaşamının ağırlık merkezi rotasından saptı. Yeni bir denge sağlanıp sağlanamayacağı ya da ne zaman sağlanacağı ise hala belirsizliğini koruyor.

Kjell Östberg‘in yeni kitabı “İsveç Sosyal Demokrasisinin Yükselişi ve Düşüşü” bu tartışmanın bir parçası olarak okunmalı. Östberg’in bir tarihçi olarak yaptığı kapsamlı çalışma doğrultusunda yazdığı kitap tüm bunların nasıl ve neden yaşandığını, bunun partinin geleceği açısından ne anlama geldiğini açıklama amacı ile kaleme alınmış. Kitap, sosyal demokratların başlangıçta nasıl baskın güç haline geldikleri gibi mevcut konumlarını sorgulamak ile eşit derecede önemli bir soruyla başlıyor. Bu güç kesinlikle yalnızca topraktan gelmiyor. Sosyal demokratların geçmişteki gücüne dair bu anlayış olmadan partinin son kırk yılda neden zayıfladığını anlamak ise imkansız.

Kitap her ne kadar belki de İsveç sosyal demokrasisi üzerine yazılmış en kapsamlı tarihsel temel eser konumunda olsa da, İsveç sosyal demokrasisi üzerine bütüncül bir perspektifi aktarmıyor. Östberg iyi bir analiz sunuyor. Ancak 150 yıllık bir dönemi kapsayan kitabın yalnızca 300 sayfa olması belirli gelişmelere derinlemesine girmek isteyen okuyucuların diğer kaynaklara bakmasını gerektiriyor. Çalışmanın geniş kaynakça listesi bu bağlamda iyi bir başlangıç noktası sunuyor.

Tarihi nasıl çerçeveleyeceğimiz konusunda önemli bir yorumun yapılma ihtiyacı ise halen geçerliliğini koruyor. İsveç sosyal demokrasinin ölümü, düşüşü veya nihai yenilgisi ilan edilmemiş olsa da bunlardan sıklıkla bahsedilir. Östberg’in görüşü başlık seçiminde zaten ortaya çıkıyor. Ancak şu soruyu sorabiliriz: Yüzde 30’un üzerinde oy alan bir partiyi “düşmüş” olarak tanımlamak gerçekten doğru mu?

Sosyal demokratlar günümüzde farklı bir rol oynuyor ve geçmişe göre seçimlerde niteliksel olarak farklı sonuçlar elde ediyor. O günler artık geride kalmış ya da en azından gözden kaybolmuş durumda. Bu, oldukça net bir şekilde bir düşüş olmakla birlikte, parti nispeten istikrarlı bir zemine yerleşmiş gibi görünüyor. İsveç sosyal demokratları halen ülkenin tartışmasız en büyük parlamento ve siyasi gücü. Bu açıdan “ölüm raporları” büyük ölçüde abartılmışa benziyor.

Mitler

Kitap boyunca, Östberg İsveç sosyal demokrasisi içindeki birçok miti çürütüyor. Bu mitlerden bazıları daha çatışma odaklı bir yol izlemenin neden mümkün veya uygun olmadığını açıklamak için tasarlanmışken, bazıları ise temelde daha gri bir reel politika olan şeyi radikal sosyalist bir parıltı ile romantikleştirme işlevi görüyor. İlk tür mite örnek olarak ücretli emekçi fonlarında yaşanan sorunu vermek mümkün. İkinci tür mitlerin örneği ise yıllar boyunca kapitalizmi aşma konusunda somut hedefler güden İsveç sosyal demokrat liderlerinin gerçekten radikal bir parti olduklarının kanıtıymışçasına sundukları ünlü alıntılar.

Böyle durumlarda sıklıkla Ernst Wigforss örnek olarak kullanılır. 1925 ile 1949 yılları arasında çeşitli sosyal demokrat hükümetlerde maliye bakanı olan Wigforss, 1920’lerin sonlarından 1950’lerin sonlarına kadar partinin belki de en önemli ideolojik hattını çiziyordu. Bu dönem, sosyal demokrasinin İsveç toplumunda hüküm süren ideoloji haline geldiği döneme denk geliyor.

Wigforss’in en sık alıntılanan sözlerinden biri şudur: “Toplumsal kalkınmanın amacı hepimizin azami düzeyde çalışması olsaydı delirirdik. Amaç, insanın azami düzeyde yaratmasını sağlamaktır. Dans et, resim yap, şarkı söyle… Ne istersen. Özgürlük.” Östberg, Wigforss’un bu ve diğer alıntıları ne kadar güzel duyulursa duyulsun, toplumsal kalkınmanın ancak önce üretimi artırarak ve sonra geliri dağıtarak mümkün olduğunu savunan sosyal demokrat ekonomik düşüncesinin temel savunucularından biri olduğunu gösteriyor.

Bu bağlamda, Östberg’in Wigforss’u tarihsel bir sosyalist bilinç olarak nitelendirmesi ve partinin neoliberal dönüşümünde bunu göz ardı etmesi ilginçtir. Kariyerinin ilerleyen dönemlerinde Wigforss, Keynesyen ekonomik politikaların güçlü bir savunucusu oldu. Buna karşın aynı zaman içerisinde sınıf işbirliğini de aynı derecede güçlü bir şekilde savundu. Wigforss kariyerinin daha erken dönemlerinde, daha yüksek işsizlikle sonuçlanan klasik iktisat politikalarını destekledi. Hatta endüstriyel demokrasiye doğru adımlar atma yönündeki önceki seçim programı vaatlerini etkisiz hale getiren bir hükümet komisyonuna bile liderlik etti.

1930’larda Wigforss, ekonomi hakkındaki görüşlerini uluslararası akımlara göre değiştirdi. Buna karşın Keynesyen dönüşümü erken oldu. Stockholm Okulu’ndan etkilenmiş olan Wigforss, aslında John Maynard Keynes’in 1936’daki başyapıtını erkenden öngördü.

Bu bizi zaman zaman retorik olarak radikal olan bir başka sosyal demokrata götürüyor: 1969 ile 1986 arasında parti lideri ve eski başbakan olan Olof Palme’ye. Sosyal demokrat liderlik anlayışı ve Palme, küresel neoliberal dönüşe ayak uydurarak yaklaşımlarını değiştirdi. Tuhaf bir şekilde Wigforss’un ayak izlerini takip eden Palme’nin ekonomik büyüme arayışı kendisini, partiyi ve İsveç’i otuz yıllık büyüme yerine neoliberal bir kuraklığa sürükledi.

Östberg, Palme’nin radikal konumlanmasını, konuşmalarını ve alıntılarını ayrıntılı bir şekilde inceledi. Liderliğinin ilk günlerinde Palme, Vietnam Savaşı’ndaki ve diğer uluslararası konulardaki Amerikan eylemlerine karşı net bir duruş sergiledi. Bu ifadeler ne kadar samimi olsa da, Östberg bunların müdahaleci Amerikan dış politikasına karşı kesin bir muhalefet olarak görülmemesi gerektiğinin altını çiziyor. Aksine, Amerika Birleşik Devletleri’nin temel liberal ve sömürge karşıtı değerleri olarak gördüğü şeylere Palme’nin ihanet ettiğine inandığını vurguluyor. Unutulmamalı ki sıkı bir anti-komünist olan Palme, İsveç’in ABD ve NATO ile gizli askeri işbirliğini destekledi.

1960’ların sonu ve 1970’ler İsveç’in iç meselelerinde radikal bir dönüşümü beraberinde getirdi. Sosyalizm, ekonomik demokrasi ve eşitlik söylemlerinde büyük bir artış görüldü. Östberg, Palme’nin de bu radikal dönüşten etkilendiğini ikna edici bir şekilde aktarmıştır. Aynı zamanda, Palme’nin sınıf işbirliği yoluyla ekonomik büyüme sağlama gerekliliği konusundaki görüşlerini paradoksal bir şekilde koruduğunu belirtiyor. Palme, iklim değişikliği riskinden ve teknoloji toplumunun saçmalığından bahsetti. Ancak çevresel politikalarda ayrışma hakkında hiçbir şey söylemeden yalnızca artan üretimin tek yol olduğunu savundu. Planlı ekonomi ve ekonomik demokrasiyi kaçınılmaz bir şey olarak gördü. Aynı zamanda, partililer ve sendikalar arasında büyük popülariteye sahip bir radikal öneri olan ücretli emekçi fonlarının etkisini azaltmak için stratejik bir manevra yaptı. Bu şekilde, fonları sermayenin çıkarları açısından daha az tehdit edici hale getirmeye çalıştı.

Ücretli emekçi fonları fikri, 1970’lerin başında bu öneriyi parti politikası haline getirmeyi başaran sendika hareketinden geldi. Fonlar, işçilerin özel şirketlerin tam mülkiyetini ve kontrolünü elde etmeleri için bir yol olarak düşünülmüştü. 1983’te parlamentoda onaylanan reform, şirketlere ek bir vergi aracılığıyla finanse edilen fonların, işçilerin şirketlerde hisse satın almasını ve bu hisselerin en fazla yarısını kullanarak her şirket üzerinde etki sağlamasını öngörüyordu. Ancak fonlar on yıl içinde kaldırıldı.

Belki de en bezdirici mit, geçmişte var olduğu iddia edilen radikal ve tutarlı bir sosyal demokrasinin bir anda terk edildiği düşüncesi. Hem parıldayan hem de bulanıklaşan bu geçmişte, ücretli çalışan fonları refah devletinin inşası gibi sosyalist geleceğe doğru düşünülmüş tek bir planda harmanlanıyor. Bu öyküde, partinin sosyalist projesinin 1980’lerde, üçüncü yolun başlıca İsveçli savunucusu olan şeytani maliye bakanı Kjell-Olof Feldt tarafından yıkıldığı anlatılıyor. Feldt, Olof Palme’yi ve partisini kesintilerle ve sözde Kasım devrimiyle aniden kredi piyasasını serbestleştirerek neoliberal yola sürükledi deniyordu. Feldt olmasaydı, partinin sosyalizme doğru reformist bir yolda devam edebileceği öne sürülebilir diye düşünülüyordu. Neredeyse bu kadar bezdirici olan bir diğer mit ise, bu hedefi baltalamaya çalışan eşit derecede tutarlı ama sağcı ve politik olarak yoldan çıkmış bir gücün hikayesidir. Bu anlatıya göre sosyal demokratlar ücret – kâr fonlarını uygulamayı asla düşünmemiş ve refah devletini sadece sermayenin çıkarlarına hizmet etmek için inşa etmişti.

Kitabın en güçlü yönü bu iki mitin de yanlış olduğunu gözler önüne sermesi. İsveç sosyal demokrasisinin tek bir tutarlı yol izlediğini iddia etmek mümkün değil. Her şeyden önce parti, çatışmaların yarattığı dalgalı bir oluşum. Bu dalgalanmaların yönü ve hızı, partinin derinden bağlantılı olduğu ve bünyesinde barındırdığı halk hareketlerinin çeşitli radikalleşme seviyelerine ve güçlerine bağlı. Ücret – kâr fonları için verilen mücadele bu duruma mükemmel bir örnek. Fonlar örneğinde olduğu gibi çoğu zaman kritik öneriler hareketin farklı kesimleri için farklı anlamlara bile sahipti. Dolayısıyla İsveç sosyal demokrasisine yönelik eleştiri veya övgülerin hangi dönemlerden ve eğilimlerden bahsettiğimiz konusunda daha spesifik olması gerekiyor.

Östberg, radikalleşme dönemlerinin itici gücünün halk hareketleri olduğunu, partinin liderliği, parlamento grupları ve bürokratlarının ise radikalizmden uzaklaşma dönemlerinin arkasındaki güç olduğunu savunuyor. Bu görüşe tamamen katılmakla birlikte bu sürecin nasıl gerçekleştiğine dair daha fazla açıklamaya ihtiyaç duyuyorum.

Üyelik tabanı bu denli sola yakınken partinin sağ kanadı parlamento grupları ve parti bürokrasisi üzerindeki etkisini bu kadar uzun süre nasıl sürdürebildi? Hareketin farklı kesimleri o dönemde güçlerini nereden aldı ve bu güçler nereye gitti? Bu sorular, günümüzde sol siyaseti inşa etmek ve sürdürmekle ilgilenen herkes için aciliyet taşıyor.

Dersler

İleriye dönük olarak çıkarılacak en önemli derslerden biri, halk hareketleri ile siyasi partiler arasındaki yakın bağların önemini kavramak. Bu paydaşlık, radikal reformlar için geniş toplumsal destek oluşturmanın ve sürdürmenin temel özelliklerinden birisi. Partinin parlamento grubu başta olmak üzere partinin hareketleri kontrol etmesi parlamenter kısırlığa yol açıyor.

Östberg’e göre, sürekli olarak benimsenen ekonomik dogmalardan biri şu: Sosyal reformların mümkün kılınması ancak artan üretimle sağlanabilir. Bu, yeniden dağıtımın reddedilmesi anlamına gelmiyordu, ancak ekonomik büyümenin partinin en yüksek önceliği olduğunu ve bu nedenle yeniden dağıtımdan ziyade genellikle kesintilere öncelik verildiğini gösteriyordu. Parti hükümetler kurmaya başladığından beri, bu durum defalarca kanıtlandı. Buradan çıkartılacak önemli dersler var.

Solun kimi kesimleri için, seçmenleri ekonominin iyi yönetildiğine ikna etmenin önemi, öğrenilmesi gereken bir ders. İnsanlar sistemin adil olmadığını biliyor. Buna karşın sofralarına yemek koyabileceklerine inandıkları adaletsiz sisteme, bunu gerçekleştiremeyeceklerine inandıkları adil bir sisteme kıyasla daha fazla oy verme eğilimde oluyor.

Ancak, sosyal demokrat ekonomik “sorumluluğun” kendini gösterme şeklinin önemli bir dezavantajı vardı. Ekonomik durgunluklar genellikle en çok işçi sınıfını etkiler ve bu dönemler yeniden dağıtımın en çok ihtiyaç duyulduğu zamanlarken, halk arasında radikalleşmenin yükseldiği zamanlarla da örtüşür. Böyle dönemlerde kesintilere ve tavizlere yönelme pratiği edinmiş bir parti, radikalleşmeyi örgütlenmeye dönüştürme imkanını yitiriyor.

Östberg, İsveç sosyal demokratlarının büyüme ihtiyacının ötesinde kendilerine ait net bir ekonomik ufuklarının olmadığını gösteriyor. Değişen ekonomik akımlardan etkilenen sosyal demokratlar diğer hedeflerine ulaşmak konusunda da savunmasız hale gelmiş durumda. Örneğin, liderliğin neoliberal dönüşüme kolay uyum sağlaması sadece geniş kapsamlı reform gündemini geçici olarak durdurmakla kalmadı. Bu, aynı zamanda partiyi tam tersi yönde hareket etmeye zorladı. Bir hareket, kendi istikrarlı ekonomik çerçevesini inşa etmeyi ve bunu diğer stratejik hedefleriyle birleştirmeyi öncelik haline getirmeli.

Sosyalizme Giden Yol

Gerçek İsveç Sosyal Demokrasisi neydi? Wigforss ve Palme’nin retorik figürleri mi yoksa gerçek siyasetleri mi? Östberg bunu İsveç’in sosyalizme doğru gidip gitmediğini sorgulayarak ortaya koydu. Ancak cevabı, sorusu kadar belirgin görünmüyor, Palme’nin ideolojik ve politik değişimleri arasında kayboluyor.

Bir yandan, Östberg partinin toplumu köklü bir şekilde dönüştürme hırsını kaleme almış. Diğer yandan ise partinin reformizminin kapitalizmi aşma konusunda yetersiz kaldığını belirtiyor. Östberg’in görüşünü, İsveç sosyal demokrasisinin toplumu kapitalizmin ötesine taşımak isteyen bir hareket olduğu ancak bunu yapmaya içsel olarak muktedir olmadığı şeklinde mi anlamalıyız?

Kitapta, partinin büyük bir kısmının sosyalizme giden yolda olduklarını düşündükleri açıkça anlaşılıyor. Bu noktada kastedilen gerçek ise sermayeyi demokratikleştirme çabaları. Fakat liderler kullandıkları süslü kelimelere karşın ideolojilerinin sunduğu kavramlardan farklı bir yol izliyor.

Neoliberal adımların atılması ile parti yönetimi üyeleri bu perspektifin arkasında toplamaya başladı. İsveç sosyal demokrasisinin ne yöne doğru gittiği belirsizliğini korumakla beraber yolun sonunda sosyalizm olmadığı su götürmez bir gerçek. Son kırk yılın büyük ideolojik hedefi belki de “ekonomiyi işler hale getirmek ve bunu başardıktan sonra, umarız ki artan zenginliği bir miktar yeniden dağıtmak” olarak tanımlanabilir.

Bu etkileyici kitap, hem bir son hem de bir başlangıç olmalı: İlk olarak, İsveç sosyal demokrasisinin hiçbir zaman tek bir şey olmadığına dair garip mit yaratımlarının sonu. İkinci olarak, sosyal demokratlar da dahil olmak üzere solun bu tarihin iniş ve çıkışlarından neler öğrenebileceği konusunda gerçekçi bir tartışmanın başlangıcı.

Editör: Atila Altuntaş